ŞAM (SANA) – Hikaye, 1980 yılında Tadmor hapishanesinin 34 numaralı koğuşunda başladı. Suriyeli Mahmud Aşur, hayatının çeyrek asrını, o dönemde Suriye sokaklarını ayağa kaldıran ve suçlu Hafız Esad’ın güçleri tarafından askeri vahşet ve tutuklamalarla karşılanan bir darbe hareketine katılması sonucu, devrik Esad rejiminin gözaltı merkezlerinde geçirdi.
Aşur o günleri şöyle anlatıyor: “1980’lerde Hafız Esad rejimi, iktidarını tehdit eden her türlü tezahürü bastırmaya karar verdi. Tutuklamalar, yaş veya siyasi bağlılık gözetmeksizin toplumun çeşitli kesimlerini kapsıyordu.”
Aşur ayrıca: “Hafız Esad o dönemde, Müslüman Kardeşler’e mensup olan veya onlarla işbirliği yapan herkes için ölüm cezası öngören 49. Yasayı bile çıkardı. Tüm Suriye halkını sanki hepsi Müslüman Kardeşler üyesiymiş gibi ele aldı; oysa durum böyle değildi, çünkü darbe geniş ölçüde tüm sosyal sınıfları, dinleri ve mezhepleri temsil ediyordu.” dedi.
Son gece
SANA’ya verdiği demeçte Aşur, 1 Ekim 1980’de şafak vakti babasının sesiyle uyandı. Gözlerini açar açmaz, silahlı ve tam teçhizatlı ondan fazla insan gördü. Her zamanki gibi evleri aramaya geldiklerini düşündü, ama bu sefer durum farklıydı.
Aşur ayrıca: “Duvara yaslandım, onlar evi iyice aradılar. Annemi ve kız kardeşimi dövdüler, kız kardeşimin düğünü için hazırlanmış mücevherleri ve parayı çaldılar. Sonra beni sokağa çıkardılar. Özel kuvvetlere, askeri güvenliğe, siyasi güvenliğe ve devlet güvenliğine ait 30’dan fazla araç vardı.” dedi.
Aşur, “Bundan sonra hapishanenin karanlık yolculuğu başladı, ama biz koğuşun içinde sadece mahkûm değildik. Umut yaratmaya, baskıyla öğrenme yoluyla mücadele etmeye ve çeşitli alanlarda eğitim almaya çalıştık, çünkü zorlu koşullar, hayat kurmaya karar veren insanların iradesini kıramazdı.” dedi.
işkence yöntemlerinde İhlaller ve yaratıcılık
Aşur’un yaşadığı acılar, tarif edilmesi güç bir zulüm, işkence ve kanlı uygulamalarla dolu sayfalar oluşturdu. Anlattıklarına göre gardiyanlar, insanlıkla bağdaşmayan her türlü işkence yöntemini uyguluyor; mahkûmları açlık, susuzluk ve havasız bırakıyor, onları çıplak halde yürütüyor, sürekli küfür ve hakarete maruz bırakıyor, taşlamalara ve ağır dayaklara tabi tutuyor, eğitimden ve Kur’an-ı Kerim okumaktan men ediyordu. Ayrıca mahkûmlar, kanayan ve acı içinde kıvranan arkadaşlarını bilerek tedavisiz bırakıldıkları halde izlemek zorunda bırakılıyor, bu da onların irade ve onurlarını kırmayı amaçlıyordu.
Aşur’un ifadesine göre Esad rejiminin vahşeti sınır tanımıyordu. Bir keresinde, koğuşunda bir mahkûmun bir polisin şiddetli darpı sonucu hayatını kaybettiğini, olayı araştıran yönetim karşısında polis suçunu kabul etmesine rağmen yalnızca “tekrar ederse saçının kesilmesi” şeklinde sembolik bir tehditle karşılaştığını aktardı. Bu durum, mahkûmların hayatının ne denli değersiz görüldüğünün açık bir göstergesiydi.
İdamlarla İç İçe Bir Yaşam
Aşur, tutuklu bulunduğu süre boyunca koğuşunun bitişiğindeki altıncı avluda sık sık idamlara tanık olduğunu belirtiyor. İdamdan birkaç dakika önce dışarıdan yükselen yardım çığlıkları, tekbirler ve dualar, ilk zamanlarda büyük bir şok etkisi yaratsa da mahkûmlar zamanla bu dehşet verici rutine alışmak zorunda kalmıştı.
Cezaevinde uygulanan bazı işkence yöntemlerinin olağanüstü derecede zalim olduğunu belirten, mahkûmların çıplak halde ağır dayak yediğini ve uzun mesafelerde ileri–geri yürümeye zorlandığını ifade etti. Yöntemler zamanla daha da ağırlaşmış; her koğuştan bir kişinin işkence sonucu ölmesi neredeyse günlük bir rutine dönüşmüştü. Mahkûmlar bağlanıyor, halatlarla sürükleniyor ve büyük bir kayaya çarpılarak öldürülüyordu. Bir günde bu yöntemle 40 kişinin hayatını kaybettiğini belirtti.
Aşur’a göre mahkeme süreçleri de tamamen göstermelikti; kararlar saniyeler içinde veriliyor ve çoğu zaman idamla sonuçlanıyordu. İdamların ardından cesetler büyük kamyonlara yükleniyor, görevliler tarafından ayaklarla çiğneniyor, üzerlerine çöp dökülüyor ve daha sonra Tedmur yakınlarındaki Vadi Uveyta bölgesine götürülerek gömülüyordu.
Bir Doktor İçin Dönüm Noktası
Aşur, cezaevinde günlük idamların mahkûm doktorlar üzerinde baskı oluşturduğunu, bu nedenle doktorların bazı mahkûmlara acil durumlarda kullanılmak üzere temel tıbbi müdahaleleri öğretmeye başladığını belirtti. Zor şartlar, mahkûmları ilkel tedavi araçları geliştirmeye zorlamıştı. Örneğin, banyo bölümünden alınan bir tahta parçası ve tırnak makasından sökülen küçük bir metal parça, naylon torbalardan çıkarılan iplerle bağlanarak diş çekme aletine dönüştürülüyordu. Metal parça zeminde bileyleyerek keskinleştiriliyordu.
Diş çekiminin tamamen ilkel yollarla ve narkozsuz yapıldığını belirten Aşur, dişin arasına yerleştirilen aletin dikkatlice hareket ettirildikten sonra ip yardımıyla çekildiğini anlattı. Güçlü mahkûmlar işlemin sağlıklı yapılabilmesi için kişiyi sabit tutuyordu. Diş kırılıp kökü içeride kaldığında ise eski bir ayakkabının sert tabanı “çekiç” olarak kullanılarak kök çıkarılıyordu.
Kısıtlı Bir Özgürlük
Tadmur Cezaevi’nde 21 yıl kalan Aşur, daha sonra cezasını tamamlamak üzere Seydnaya Cezaevi’ne nakledilmiş ve 2004 yılında serbest bırakılmıştı. Ancak yaklaşık 25 yıl süren tutukluluğun ardından elde ettiği özgürlük, onun için “kısıtlı bir özgürlük” olarak kaldı. Çünkü ağır hakaret içeren güvenlik prosedürleri, sürekli şube kontrolleri, evrak işlemleri ve sivil haklarından mahrum bırakılma durumu serbest bırakıldıktan sonra da devam etmişti. Serbest kaldıktan birkaç ay sonra evlenen ve dört çocuk sahibi olan Aşur, zamanla yeniden topluma karışmaya ve çalışma hayatına dönmeye başladı.
2011 Suriye Devrimine Katılımı
Aşur’un hikâyesi cezaevi duvarlarında sona ermedi. 2011’de başlayan Suriye Devrimi’nde ön saflarda yer aldı. Halk hareketinin örgütlenmesinde, koordinasyonunda ve gösterilere katılımda aktif rol üstlendi. Aralarında ABD Büyükelçisinin de bulunduğu Hama’daki milyonluk gösteri de bunlar arasındaydı.
Aşur, “2011 Haziran’ında Hama’da yaşanan ve 300’den fazla şehit ve yaralıyla sonuçlanan Çocuklar Özgürlük Katliamı’nın ardından hareketin yönü değişti” diyerek o günleri anlatıyor. Bu süreçte yağma ve kargaşayı önlemek için bir halk yönlendirme ekibi oluşturulmuş, amaç düzeni korumak ve toplumu bilinçlendirmek olmuştu.
Şiddetin Tırmanışı ve Zafere Giden Yol
Rejim güçlerinin göstericilere ateş açmasıyla birlikte Hama’da çalışmaların daha iyi organize edilmesi için bir il meclisi oluşturuldu; ardından diğer illerde de benzer meclisler kuruldu. Aşur’un ismi arananlar listesine girince gizlilik içinde çalışmak zorunda kaldı ve 40 üyeden oluşan Hama Yerel Meclisi’ni kurmakla görevlendirildi. Siyasi çalışmaları ilerleyerek 2014–2019 yılları arasında Ulusal Koalisyon Meclisi’ne seçildi ve ayrılan subayların organize çalışmaya dâhil edilmesi ile grupların birleştirilmesi için çaba sarf etti.
Aşur, “Sivil ve siyasi mücadelemi, zafer gerçekleşip Esad rejimi düşene kadar sürdürdüm” ifadelerini kullanarak, “Şam’a giriş anı tarifsiz bir mutluluktu; yıllar önce tutsak edildiğim Seydnaya Cezaevi’ne bu kez özgür bir insan olarak döndüm” dedi.
Fahri Diş Hekimliği Diploması
Aşur, cezaevinde tutuklulara sağlık yardımı sağlamak için gösterdiği çabalar nedeniyle iki ay önce fahri diş hekimliği diplomasıyla ödüllendirildi. Bu takdirin, 45 yıl boyunca taşıdığı derin bir yarayı — ailesinden, eğitiminden ve gençliğinden koparılmanın acısını — bir nebze olsun iyileştirdiğini söyledi. Aşur, bu onurun yalnızca kendisine değil, Tadmur Cezaevi’ndeki tüm mahkûmlara ithaf edildiğini vurguladı ve gençlere “Zulme boyun eğmeyin, hayallerinizin öldürülmesine izin vermeyin” mesajını iletti.
Mahir Aşur’un hikâyesi, zulme karşı direncin bir sembolüne dönüşmüş; baskıya rağmen ayakta kalmayı başaranların yeni nesillere aktardığı umut ve mücadele ruhunun güçlü bir örneğini oluşturmuştur. Eski rejimin cezaevlerinden kurtulanlar, yaşadıkları acıları Suriye’nin özgür geleceğine uzanan yolda birer ders ve mücadele mirası olarak bırakmıştır.